Furkan Sûresindeki Kıyamet Sahnesi

11 - Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır. Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.

12 - Bu ateş onları uzaktan görünce onun uğultusu ve öfkeli solumaları kulaklarına gelir.

13 - Zincirlerle elleri, ayaklarına bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine atıldıklarında ise orada "yok olmayı"" imdada çağırırlar.

14 - "Kendilerine "Bu gün bir kere yok olmayı değil, bir çok kez yok olmayı imdada çağırınız" diye seslenilir. "

15 - De ki; "Bu mu iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara vaat edilen, onlar için ödül ve barınak olarak hazırlanan ebedi cennet mi?"

16 - Onlar orada diledikleri her şeyi bulurlar. Orada sürekli kalacaklardır: Bu Rabb'inin gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir.

Evet bu adamlar aslında Kıyamet gününü yalan saydıkları için kafirlikte ve sapıklıkta bu kadar ileri gitmişlerdir. Burada kafirlikte ve sapıklıkta vardıkları noktanın uzaklığı ve aşırılığı vurgulanmakta, belirginliği ve somutluğu dikkatlerimizi çeksin diye daha önceki kafirlik ve sapıklık derecelerinden ayrılmaktadır: Okuyoruz:

"Aslında onlar Kıyamet gününü yalanlamışlardır."

Arkasından bu aşırı iğrençliği işleyenleri bekleyen korkunç akıbet açıklanıyor. Bu tüyler ürpertici akıbet önceden hazırlanmış, yakacağı mücrimleri dört gözle bekleyen bir alev çukurudur. Okuyoruz:

"Biz de Kıyamet gününü yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık."

Bilindiği gibi aslında canlı ve somut olmayan nesneleri, kavramları ve psikolojik durumları sanki canlı şeylermiş gibi tanımlayıp somutlaştırma anlamına gelen "teşhis" sanatı, edebi sanatlardan biridir. Kur'an'da sık sık rastlanan bu sanat, gözler önüne serilen somut tabloları ve sahneleri "veciz"liğin doruk noktasına yüceltirken ayni zamanda bu tablolara ve sahnelere "hayat" unsurunu katar.

İşte burada bu sanatın çarpıcı bir örneği ile karşı karşıyayız. Gözlerimizin önüne çılgın alevli bir ateş sahnesi dikiliyor. Bu ateşin çıtırdayan alevlerine can yürümüştür! Bu yüzden bu ateş çevresine bakıyor ve söz konusu Kıyamet günü yalanlayıcılarını görüveriyor! Onları uzaktan fark ediyor. Onları fark eder etmez uğuldanmaya ve homurdanmaya başlıyor. Onlarda bu uğultuları ve homurtuları, işitiyorlar. Alevleri yüzlerine doğru dalgalanıyor. Öfkesi kabardıkça homurtularının tonu da yükseliyor. Artık somut bir felaketten başka bir şey değildir. Onlar ise ona doğru yürüyorlar. Ayakları ve kalpleri titreten ne korkunç bir sahne!

İşte şimdi yanına varıyorlar. Fakat bu canavarın ağzına düşerken serbest değiller ki! Onunla boğuşup pençesine düşmüyorlar ki, onun tarafından kovalanıp sonunda pes etmiyorlar ki! Tersine onun ağzına tutulup atılıyorlar. zincirlenmiş olarak, zincirlerle elleri ayaklarına bağlanmış olarak ağzına bırakılıyorlar. Ayrıca daracık bir deliğinden içine bırakılıyorlar. Böylece acıları ve sıkıntıları arttığı gibi oradan kaçma imkanları da ortadan kalkıyor. Aha işte onlar kurtulma umudunu yitirmişler ve acılar içinde kavruluyorlar. Başka çareleri kalmadığı için yok olmayı diliyorlar. Okuyalım:

"Zincirler ile elleri ayaklarına bağlanmış olarak bu ateşin dar yerine atıldıklarında ise orada yok olmayı imdada çağırırlar."

Bu gün bu korkunç acıdan kurtulabilmek için "yok oluş" tek özlem, tek kaçacak deliktir. Ama o ne! Bu dualarının karşılığı geliyor kulaklarına. Kendilerini maskaraya alan, duaları ile alay eden acı bir cevaptır bu. Okuyoruz:

"Bu gün bir kere yok olmayı değil, bir çok kez yok olmayı imdada çağırınız."

Bir kere yok olmak yaramaz işinize, yetmez size.

Bu acıklı ve korkunç durumda kötülüklerden sakınanlar için, Rabb'lerinden korkanlar ve O'nun karşısına çıkacaklarını hatırdan çıkarmayanlar için, Kıyamet gününe inananlar için hazırlanan akıbet sunuluyor. Yalnız bu sunuşun dili de alaycı ve iğneleyicidir. Okuyoruz:

"De ki; 'Bu mu iyidir, yoksa Allah'tan korkanlara vadedilen, onlar için ödül ve barınak olarak hazırlanan ebedi cennet mi?' Onlar orada diledikleri her şeyi bulurlar. Orada sürekli kalacaklardır. Bu Rabb'inin gerçekleştirilmesi istenmiş vaadidir."

Acaba o dayanılmaz acı mı iyidir, yoksa ebedi cennet mi? Yüce Allah orayı kötülükten sakınanlara vadetmiş, kendilerine burayı isteme hakkını, bu cayılmaz vaadin gerçekleşmesini isteme yetkisini bağışlamış ve orada canlarının çektiği her şeyi isteme ayrılığı ile donatmıştır. Bu iki tablonun bu iki durumun karşılaştırılacak yanı yoktur; ama burada vaktiyle Peygamberimizle küstahça alay eden o şaşkınlara yönelik acı bir alay ile karşı karşıyayız.

Ayetlerin devamında, inkarcıların yalanladıkları bir başka Kıyamet sahnesi sunuluyor. Hani şu söz konusu müşriklerin sahnesi. Bu şaşkınlar, düzmece ilahları ile bir araya getirilmişler. Tapanları ile tapılanları ile hepsi yüce hakimin huzuruna dikilmişler. Kendilerine soruluyor, onlar da cevap veriyorlar. Okuyoruz:

17 - Rabb'in, müşrikler ile onların Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları düzmece ilahlarını bir araya topladığı gün, düzmece ilahlara "Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?" der.

18 -Düzmece ilahlar derler ki; "Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka korucular ve dayanaklar edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler verdin ki;- sonunda seni,anmayı unutarak yokedilmeyi hakkeden bir topluluk oldular. "

19 -Bunun üzerine Allah, müşriklere der ki; "İşte düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi yalanladılar. Artık ne azabımı başınızdan savabilirsiniz ve ne size yardım edecek birini bulabilirsiniz. Aranızdaki zalimlere büyük bir azap tattıracağız."

Müşriklerin yüce Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları bu düzmece ilahlar putlar olabilir, melekler ya da cinnler olabilir, Allah dışındaki başka ilahlar olabilirler. Hiç kuşkusuz yüce Allah her şeyi biliyor. Fakat yine hepsi bir araya getirildikleri bu büyük alanda sorguya çekiliyorlar. Bu soruşturmada teşhir etme, rezil etme ve azarlama amacı vardır ki, bu bile başlı başına korkunç bir azaptır. Düzmece ilahların cevapları yüce Allah'a sığınmak, yapılan iftiranın yakışıksızlığını açıklamak ve "ilahlık" iddiası karşısında ilgisizlik belirtmek olur. Onlar yüce Allah dışında dost ve yandaş olarak sayılmış olmayı bile içlerine sindiremediklerini söyleyecekler ve bütün suçu kendilerini putlaştıran inkarcı cahillerin üzerine yıkacaklardır. Okuyalım:

"Düzmece ilahlar derler ki, 'Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin! Senin dışında başka korucular ve dayanaklar edinmek bize yakışacak bir tutum değildir. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimetler verdin ki, sonunda seni anmayı unutarak yok edilmeyi hak eden bir topluluk oldular."

Bu uzun süreli ve miras yolu ile gelen nimetler, nimetlerin bağışlayıcısını tanımayan, O'na yönelmeyen ve şükretmeyen bu nankörleri azdırmış, nimetlerin sahibini hatırlamaktan alıkoymuştur. Böylece kalpleri çoraklaşmış, kurumuştur. Tıpkı ne bir hayat, ne bir bitki ve ne de meyva içermeyen çorak bir toprak gibi. Aslında bu kimseleri tanımlayan kavram "yok olmak" anlamındadır, fakat bu kavramı ifade etsin diye kullanılan sözcük "çoraklık" ve "boşluk" anlamlarını da çağrıştırıyor. Kalplerin çoraklığı ile hayatın boşluğu, hiçliği yani.

Bu noktada yüce Allah sözü edilen "cahil tapanlar"a sesleniyor, onları ağır ve aşağılayıcı bir dille azarlıyor.

"Bunun üzerine Allah, müşriklere der ki; İşte düzmece ilahlarınız, sizin sözlerinizi yalanladılar. Artık ne azabını başınızdan savabilirsiniz ve ne de size yardım edecek birini bulabilirsiniz."

Yani ne azabı baştan savabilmek var, ne yardım görmek.

Tam da Ahiretteki toplantı sahnesindeyken ayetin son cümleciklerinde ansızın dünyaya dönülüyor ve gerçekleri yalanlayanlara indirilen sürpriz bir şamar gibi şu sert uyarı yöneltiliyor. Okuyoruz:

"Aranızdaki zalimlere büyük bir azap tattıracağız."

Kur'anın üslubu böyledir. Mesaj almaya elverişli hale gelen kalpleri, hemen o anda yakalayıverir. Burada kalpler az önceki korkunç Kıyamet sahnesinin henüz etkisi altındalarken sıcağı sıcağına sert bir uyarıya muhatap ediliyorlar.

22 - Melekleri görecekleri gün var ya, o gün o günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara "Sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" derler.

23 -Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz.

24 -O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir.

25 -O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler.

26 -Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır.

27 -O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırarak şöyle der; "Keşke Peygamber'in yoldaşı olsaydım. "

28 -"Eyvah, keşke falancayı dost edinmeseydim!"

29 -"Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anmaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır. "

Müşrikler Yüce Allah ile karşılaşacaklarını "beklemezler." Yani bu karşılaşmaya hazırlıklı değildirler, onu hesaba katmazlar, hayatlarını ve davranışlarını bu olguya göre düzenlemezler. Bu yüzden yüce Allah'tan çekinmezler, ürkmezler, kalplerinde O'nu yücelten bir bilincin izine rastlanmaz. Bu umursamazlığın sonucu olarak her türlü ileri geri sözü rahatlıkla söylerler, yüce Allah ile karşılaşacağının bilincinde olanların akıllarının ucundan geçmeyecek saygısız düşünceleri hiç çekinmeden dile getirirler. Okuyoruz:

"Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler 'Bize melekler gönderilmeli değil miydi, ya da Rabbimizi doğrudan doğruya görmeli değil miydik' derler."

Bu adamlar Peygamberin "insan" kökenli oluşunu yadırgıyorlardı. Benimsemeye çağırdıkları ilkelere inanabilmeleri için kendilerine ya Peygamberin peygamberliğini onaylayacak meleklerin inmesini ya da doğrudan doğruya yüce Allah'ı görebilmeyi istiyorlardı. Bu istek yüce Allah'a yöneltilmiş bir küstahlıktı. Ancak yüce Allah'ın yüceliğini kalplerinde hissetmeyen, O'nun ululuğunu gerektiği gibi değerlendiremeyen, saygısız cahiller bu tür saçmalıklar geveleyebilir, böylesine ileri-geri sözler söyleyebilirlerdi. Yoksa yüce Allah'ın ululuğu, ezici idaresi ve ölçüler-üstü büyüklüğü yanında onlar kim oluyorlardı? Onlar yüce Allah'ın engin mülkü ve sayıya gelmez yaratıkları içinde küçücük bir toz parçasından başka ne idiler ki? Onlara düşen tek şey yüce Allah'a bağlanmak, bu "iman" aracılığı ile O'nun katında değer aramaktı. Bu yüzden bu ayet noktalanmadan kendilerine hak ettikleri cevap yetiştiriliyor. Bu cevapta takındıkları küstahça tavrın nereden kaynaklandığı açığa vuruluyor. Okuyoruz:

"Onlar büyüklük kompleksine kapılarak azgınlıkta son derece ileri gitmişlerdir."

Bu şaşkınlar kendilerini dev aynasında görmüşler. Bu yüzden büyüklük taslayarak azgınlığın doruğuna çıkmışlardır. Kendilerine yönelik aşırı "bencil" değerlendirme yanılgısından ötürü gerçek değerleri bilememişler, onlara layık oldukları önemi verememişlerdir. Sırf kendilerini görmüşler, bu yanıltıcı egoizm kompleksi gözlerinde büyümüş, şişmiş, bakışlarını kör etmiştir. Bu yüzden şu koca evrende o kadar önemli bir varlık olduklarını sanmışlar ki, iman etmeleri ve gerçekleri onaylamaları için yüce Allah'ın kendilerine doğrudan doğruya görünmesini istemeye hakları olduğu sanısına kapılmışlardır!

Arkasından bu şaşkınlarla gerçekten ve ciddi biçimde alay ediliyor. Çünkü melekleri görecekleri günün dehşeti kendilerine haber veriliyor. Bilindiği gibi melekleri görmek, iki küstahça isteklerinin göreceli olarak daha az küstahça olanı idi. Onlara verilen bilgiye göre melekleri, ancak korkunç ve dehşet dolu bir günde görebileceklerdi. O gün kendilerini katlanamayacakları ve kurtulamayacakları bir azap bekleyecekti. O gün, hesaplaşma ve ceza biçme günü olacaktı. Okuyalım:

"Melekleri görecekleri gün var ya, o gün günahkarlara müjdeli bir haber verilecek değildir. Melekler onlara 'sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz' derler. Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."

Şimdi yaptıkları önerinin gerçekleşeceği gün, yani "melekleri görecekleri gün", o gün günahkarlara herhangi bir sevindirici haber değil, azap haberi verilecektir. Aman Allah'ım, onların dünyadaki basmakalıp deyimlerine ne acı bir cevap verilecektir. Onlara "sizler aftan ve cennetten mahrumsunuz" denecektir. Bu sözün bir benzeri, onların' dünyadayken kullandıkları basmakalıp bir deyimdi. Bu deyim kötülükten ve düşmanlardan kaçınma dileğini açığa vururdu, onlar düşmanlarından uzak kalmayı, onların zararlarından sakınmayı istedikleri zaman bu sözü söylerlerdi. Fakat bu sözü söyledikleri günler nerede, şimdi yüz yüze geldikleri dehşet nerede! Ayrıca yapacakları dua da onları kurtaramaz, çarpılacakları azabı başlarından savamaz. Okuyoruz:

"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."

İşte böylece, her şey bir anda olup bitiyor. Kuranın hayalde canlandırma ve somutlaştırma uslubu uyarınca insan hayalı "amalleri ele alma" ve "ufalayıp havaya saçma" eylemlerini art arda izliyor. Bir de bakıyorsunuz ki, bu müşriklerin dünya hayatları sırasında işledikleri iyilikler havada uçuşan birer toz kırıntısıdır. Çünkü bu iyiliklerin temeli iman değildi. İman olacak ki, kalp yüce Allah'a bağlanacak. İman olacak ki, "iyi işler" belirlenmiş bir program ve amaçlanan bir yaşama biçimi olacak. Yoksa bu iyi işler, amaçsız rastlantılar, geçici iç eğilimler, saman alevi gibi çabucak parlayıp sönen amaçsız ve kısa ömürlü hevesler olurlar. Bir programla bütünleşmemiş tek bir davranışın, belli amaçlı bir zincirin halkası olmayan kopuk bir hareketin hiç bir değeri yoktur.

İslama göre insanın varlığı, hayatı ve davranışları tümü ile şu evrenin özü ile, bu evrende egemen olan yasalar bütünü ile ilişkilidir. İnsanın kendisi ve davranışları da dahil olmak üzere bunların hepsi de yüce Allah'a bağlıdır. Buna göre hayatı ile kendisini evrenle bütünleştiren bu ana eksenden kopunca kaybolmuşluğun hiçliğin boşluğuna yuvarlanır. Artık ne önemi kalır ne de değeri. İşlediği amellerinin de değeri ve karşılığı olmaz. Hatta bu amellerin varlığı ve kalıcılığı da bulunmaz.

İman, insanı Rabbine bağlayan biricik bağdır. İnsanın davranışlarına değer ve önem kazandıran, insanın kendisine şu evren bütünü içinde yer sağlayan bu bağdır.

İşte bu yüzden söz konusu müşriklerin amelleri anlatıldığı biçimde yok olur. Kur'an-ı Kerim, bu kesin yok oluşu hayalimizde canlanan, son derece somut bir şekilde tasvir ediyor. Tekrarlıyoruz:

"Onların yapmış olduklarını ele alarak onları havada uçuşan toza dönüştürürüz."

Bu noktada dikkatlerimiz öbür tarafa çevriliyor. Orada cennetin yerlileri olan müminler ile göz göze geliyoruz. Böylece sahneler arasındaki paralellik, simetri gerçekleşmiş oluyor. Okuyalım:

"O gün cennetlikler en iyi yerlerde oturacaklar, en güzel şekilde dinleneceklerdir."

Burada cennetlikler yerleşmiş olarak, huzur içinde ve serin gölgelikler altında dinlenirken tasvir ediliyorlar. Cennetliklerdeki bu "istikrar" cehennemliklerdeki havada dağılan tozların "uçarı"lığının ve "huzur" da insana küçük dilini yutturan sürekli "endişe"nin karşıtıdır.

Kafirler, yüce Allah'ın ve meleklerin bulut katmanları arasından süzülerek yanlarına gelmelerini öneriyorlardı. Bu önerilerde yahudi masallarının izlerini bulmak mümkündür. Bu masalların tasvirlerine göre yahudilerin "ilah"ı kendilerine bulutlar arasında yada bir ateş sütunu içinde görülüyordu!

Bu noktada dikkatlerimiz başka bir sahneye çevriliyor. Bu sahne, müşriklerin meleklerin yanlarına inmelerine ilişkin önerilerinin gerçekleşeceği gün somutluk kazanacak olan bir sahnedir. Okuyoruz:

"O gün gök parçalanarak beyaz bulut kümelerine dönüşür ve melekler bölük bölük inerler. Gerçek egemenliğin, Rahman olan Allah'ın tekelinde olacağı o gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."

Bu ayette, Kur'andâ yer alan çok sayıdaki benzerlerinde olduğu gibi "o gün" meydana gelecekleri belirtilen büyük kozmik olaylar anlatılıyor. Bu olaylar görünür evrenin parçalarını, burçlarını, galaksilerini, gezegenlerini ve yıldızlarını bir arada tutan düzenin bozulacağını; bu kozmik varlıkların yapılarının, biçimlerinin ve bağlantılarının alt-üst olacağını haber verirler. Bu çarpıcı gelişmeler, şu "alem"in sonu olacaktır. Bu baş döndürücü değişmeler sadece yeryüzünde görülmeyecek, yıldızları, gezegenleri ve galaksileri de etki alanları içine alacaklardır.

Bu surede ise yüce Allah, müşrikleri göğün parçalanıp beyaz bulut kümelerine dönüşeceği olgusu ile korkutuyor. Bu bulutlar, o günkü korkunç patlamaların buharlarından oluşmuş buğu katmanları olabilirler. O gün melekler, kafirlerin yanına inerler, böylece bir bakıma dünyadaki önerileri gerçekleştirilmiş olur. Ne var ki, bu iniş, Peygamber'in söylediklerini onaylamak için değil, Rabb'lerinin bu kafirlere yönelik azabını uygulamak içindir. Bu yüzden:

"O gün kafirler için çetin bir gün olacaktır."

Çünkü o günün onlar için bir çok korkunç sahneleri ve türlü türlü azapları vardır. Peki, durum böyleyken bu şaşkınlar hangi akla hizmet ederek yanlarına meleklerin inmesini öneriyorlar? Meleklerin yanlarına ancak böylesine zor bir günde ineceklerini hiç düşünmüyorlar mı?

Arkasından o günün bir başka sahnesi sunuluyor. Bu sahne sapık zalimlerin pişmanlıklarını canlandırıyor. Sahnenin sunuluşu uzun sürüyor, filmin geçişi ağırlaştırılıyor. Öyle ki, okuyucu bu sahnenin hiç bitmeyeceğini, sonunun gelmeyeceğini sanıyor. Seyrettiğimiz görüntü pişmanlığın, hayıflanmanın, yazıklanmanın somut bir belirtisi olarak parmaklarını ısıran zalimin görüntüsüdür. Okuyalım:

"O gün her zalim, öfkesinden, parmaklarını ısırarak şöyle der; 'Keşke Peygamberin yoldaşı olsaydım. Eyvah, keşke falancayı dost edinmeseydim. Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anlamaktan alıkoydu.' Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."

Zavallının çevresindeki her şey susuyor. Duyulan tek ses, onun yanık sesi, onun hayıflanan iniltileridir. Feryadının uzun havalı melodisi, bu pişmanlık sahnesini uzatıyor ve etkisine derinlik kazandırıyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucusu da dinleyicisi de sanki bu pişmanlığa, bu hayıflanmaya; bu yazıklanmaya katılır gibi olmaktadırlar.

Evet "O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırır."

Ona ısırmak için tek elin parmakları yetmiyor; bir o elin parmaklarını bir bu elin parmaklarını ısırıyor, ya da her iki elinin parmaklarını birlikte ısırıyor. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının ateşi o kadar yüksektir. "Öfkeden parmak ısırmak" bilinen bir harekettir. Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye kavuşturmaktadır. Devam ediyoruz:

"Keşke Peygamber'in yoldaşı olsaydım' der."

Keşke Peygamber'in yolunu izleseydim, O'ndan ayrılmasaydım, O'nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini bir türlü içine sindiremediği Peygamber'imiz için söylüyor! Devam edelim:

"Eyvah, keşke falancayı dost edinmeseydim."

Adam "falancayı" diyor, belirsizlik yansıtan bir ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber'in yolundan alıkoyan, yüce Allah'ı anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi sağlamaktır.

"Bana Kur'anın mesajı geldikten sonra O beni Allah'ı anmaktan alıkoydu."

Buna göre o insanı yoldan çıkaran şeytanın kendisi idi, ya da şeytanın çömezi idi. Devam edelim:

"Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır."

Şeytan insanı perişanlıklara sürükler. Ciddi dostluğun gerekli olduğu yerde, kara günde sıkıntı zamanında insanı yüzüstü bırakır.

Kur'an-ı Kerim, bu tüyler ürpertici sahneler aracılığı ile, böylece müşriklerin kalplerini sarmaya çalıyor. Aslında bu sahneler, onlara korkunç geleceklerini somutlaştırıyor, bu geleceği kendilerine görünür bir realite olarak sunuyordu. Oysa onlar henüz şu dünyada yaşıyorlar, yüce Allah ile karşılaşacaklarını yalanlıyorlar, son derece küstahça O'nun yüceliğine dil uzatıyorlar, O'na saygısız öneriler sunuyorlardı. Onlar böyle yapadursunlar, orada kendilerini tüyler ürpertici dehşet ile kaçan fırsatların arkasından duyulan; acı pişmanlık beklemektedir.

* * *

34 - O yüzüstü süründürülerek cehenneme atılacak olanlar var ya, en kötü yer onların yeri ve en sapık yol onların yoludur.

"Yüzüstü süründürülme" eyleminde aşağılanmak, horlanmak, hakarete uğratılmak ve tersine çevrilmek vardır. Bu uygulama, müşriklerin böbürlenmelerinin, büyüklük taslamalarının ve gerçeğe sırt çevirmelerinin karşılığıdır. Yüce Allah, bu sahneyi Peygamberimizin gözleri önüne sermekle kendisini müşriklerden çektiği sıkıntılar karşısında teselli ediyor. Ayni sahneyi müşriklerin gözleri önüne sermenin amacı ise onları acı gelecekleri konusunda uyarmaktır. Bu sahnenin sırf gözler önüne serilişi bile onların kof gururunu sarsıcı, inatlarını kırıcı ve tüylerini ürpertici bir niteliğe sahiptir. Gerçekten bu korkutucu uyarılar onları bir süre için yıldırıyor. Fakat bir süre sonra bu sarsıntının etkisinden sıyrılarak toparlanıyorlar ve eski inatçı tutumlarını devam ettiriyorlardı.