Yunus Sûresindeki Kıyamet Sahnesi
4 - Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O, iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir
Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın ve yeniden dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği zirve noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle içiçe bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır.
Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar. İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez yasaların gereği olarak, onların olgunluk derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler. Onlara, acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır.
"Kâfirlere gelince; gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir."
* * *
7 - Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, dünya hayatından hoşnut olup bu hayatla yetinenler ve ayetlerimizin farkında olmayanlar var ya;
8 - İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir.
9 - İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir, nimet cennetlerinde onların altlarından nehirler akar.
10 - Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım, sen noksan sıfatlardan uzaksın " birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm " ve son çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir.
Evrenin etkileyici düzeni üzerinde durarak, bu evrenin yaratan ve idare eden bir sahibi olduğunu düşünmeyenler, ahiretin, bu düzenin kaçınılmaz zaruretlerinden biri olduğunu, orada hakkın yerini bulacağını ve adaletin gerçekleşeceğini, ayrıca insanların orada en yüce ufuklarına kavuşacaklarını anlayamazlar. Bu nedenle onlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı da beklemezler. Bu temel yanlışlıklarının sonucu olarak eksikliklerine ve basitliğine rağmen dünya hayatına takılıp kalırlar, ona razı olurlar. Dünya hayatına bütünü ile dalarlar, bu hayatın hiçbir eksikliğine karşı çıkmazlar. İşledikleri iyiliklerin ödülünü almadan ve kötülüklerinin cezasını tam olarak çekmeden, bir insan olarak varmaları planlanan olgunluğa ulaşmadan bırakıp gidecekleri bu dünya hayatının insan için son amaç olmaya elverişli olmayacağını anlayamazlar. Dünyanın sınırlarına takılmak ve onları benimsemek, insanları sürekli olarak uçuruma doğru sürükler. Çünkü bu durumda onlar, başlarını yukarı kaldıramazlar. Göklerini ufuklara dikemezler. Allah'ın kalbi uyaran, duyarlılığı arttıran, öğrenmeye ve olgunluğa hazırlayan evrensel ayetlerinden habersiz olarak sürekli biçimde başlarını ve gözlerini bu yeryüzüne ve onun üzerindeki değerlere dikerler!
İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir."
Ne kötü bir sığınak, ne kötü bir varış yeri! Karşı tarafta, iman edenler ve iyi işler yapanlar yer almaktadır. İman edenler ve bu dünya hayatından daha önemli, daha değerli bir hayatın olduğunu kavrayanlar... Bu imanın gereği olarak iyi işler yapanlar... Allah'ın iyi işlerin yapılmasına ilişkin emrini olduğu gibi yerine getirenler... Güzel olan ahireti bekleyenler... Ki, bu güzel ahiretin yolu da, iyi işler yapmaktır... Evet işte bunlar:
"Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir."
Kendilerini Allah'a bağlayan bu imanları nedeniyle, onları iyi işlere yöneltecektir. Doğru yolu görmelerini sağlayacaktır. Vicdanlarının duyarlılığından ve takvasından bir ilham ile, onları iyi şeylere iletecektir. İşte bunlar cennete gireceklerdir:
"Onların altlarından nehirler akar."
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da su bereketin, kana kana içmenin, gelişmenin ve hayatın sembolü olarak kabul edilecektir.
Bu cennette onların arzuları nelerdir? Uğraşları nedir? Gerçekleşmesini istedikleri dilekleri nelerdir? Onların arzuları, mal elde etmek ve meşhur olmak değildir. Uğraşları, rahatsız eden şeyleri başlarından savmak, bir menfaat elde etmek değildir. Onlar, tüm bunların kötülüklerinden kurtulmuşlardı ve bununla yetinmişlerdir. Onların bu tür bir ihtiyaçları yoktur. Allah'ın kendilerine bahşettiği şeyler onlara yetmiştir. Onlar bu tür uğraşların ve arzuların çok üstüne çıkmışlardır. En belirgin nitelikleri haline gelen başlıca uğraşları, 'dualarıdır.' Bu da başta, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeleri, işin sonunda Allah'a şükretmeleridir. Bu ikisi arasında, ya birbirlerine ya da kendileri ile Rahman'ın melekleri arasında gerçekleşen selamı yer almaktadır:
"Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım sen noksan sıfatlardan uzaksın" birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm" ve son çağrıları da, "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir.
Bu dünya hayatının arzularından ve uğraşlarından kurtuluştur. Bu hayatın zaruretlerinin ve ihtiyaçlarının üzerine çıkmaktır. Allah'ı razı etmenin, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmenin, O'na övgüler düzmenin ve O'nun himayesinde huzura ermenin ufuklarında kanat çırpmaktır. İşte insanların olgunluğuna lâyık olan ufuklar bunlardır.
* * *
26- Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar. Onlar cennetliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır.
27 - Dünyada kötülük işleyenlere gelince, her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir. Yüzlerini horlanmışlık kaplar. Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri yoktur. Yüzleri sanki gecenin kesitleri ile kaplıdır. Onlar cehennemliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır.
Önceki dersin son ayeti şuydu:
"Allah, insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir."
Burada ise, doğru yolda olanlar ve doğru yolda olmayanların ödüllendirilmeleri ve cezalandırılmalarının kuralları açıklanıyor. Allah'ın rahmeti ve kereminin adaleti, her iki tarafın cezalandırılması için de geçerli olduğu ortaya konuyor.
İyi davrananlar: İnanç sistemlerini, işlerini, amellerini, doğru yola ilişkin bilgilerini, selâmet yurduna ileten evrensel yasayı anlamayı da en güzel şekilde becerdiler... Bunlara her zaman iyilikle beraber oldukları için iyilik vardır. Üstelik yüce Allah kendi katından onların iyiliklerini arttıracaktır.
"Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır." Onlar Mahşer gününün zorluklarından ve insanlar arasında hüküm verilmeden önceki Mahşer'in korkunç bekleyiş azabından kurtulmuşlardır:
"Onların yüzlerini, ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar."
Ayeti kerimenin metninde yer alan "Kater" kelimesi, toz, siyahlık, üzüntü ve sıkıntıdan kaynaklanan renk bulanıklığı anlamındadır. "Zillet" ise, hayal kırıklığı, horlanma ve acizlik demektir. İyi davrananların yüzlerini toz vesaire kaplamayacak ve çehrelerine zillet giysisi geçirilmeyecektir... Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Mahşer yerinde kalabalık, dehşet, üzüntü, korku ve zillet hakim olacak ve bu hal onların yüzlerinden okunacaktır. İşte bunların tamamından kurtulmak bir ganimettir. Allah'ın bir lütfudur. Buna ilave olarak, Allah'ın fazladan verdiği nimetlerini de hatırlatmalıyız.
"Onlar", geniş ufuklara açılan bu yüksek derecelerin sahipleri, cennetliklerdir; oranın sahipleri ve sakinleridir.
"Orada ebedi olarak kalacaklardır."
"Dünyada kötülük işleyenlere gelince..."
Onların, hayat alışverişinde elde ettikleri kazanç kötülük olmuştur! Buna rağmen onlar için de Allah'ın adaleti işler. Cezaları katlanmaz. Kötülükleri arttırılmaz.
Sadece, "Her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir." "Yüzlerini horlanmışlık kaplar."
Onları kuşatır, katıştırır, üzüntüye boğar.
"Onları Allah'dan kurtaracak hiç kimseleri yoktur."
Doğru yoldan sapan ve değişmez yasaya aykırı hareket edenlere ilişkin Allah'ın evrensel yasasının gereği olarak, onları bu kaçınılmaz akıbetten koruyacak ve kurtaracak kimseleri olmaz.
Kur'an'ın akışı, bundan sonra psikolojik karanlıkları, kıskıvrak yakalanmış, ürkek ve üzüntülü adamın yüzünü kaplayan renk uçukluğunu somut bir tabloda çiziyor:
"Yüzleri sanki karanlık gecenin kesitleri ile kaplıdır."
Sanki kapkaranlık geceden bir parça alınmış ve yama halinde bu yüzlere geçirilmiştir. Aynı şekilde karanlık gecenin karanlıkları ve bu karanlıktan kaynaklanan bir korku bütün etrafı kuşatır. İşte bu ortamda gecenin zifiri karanlığından bir örtüye bürünen bu yüzler, gözükmeye başlar.
"Onlar".... Bu karanlıklara ve toz bulutuna gömülen insanlar, "cehennemliklerdir." Oranın sahipleri ve sakinleridir.
"Orada ebedi olarak kalacaklardır."
ORTAKLARINIZ VE ARACILARINIZ NEREDE
28 - O gün insanların hepsini bir araya toplarız da sonra bize ortak koşanlara, "Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız " deriz. Sonra onları birbirinden ayırırız. O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler: "Siz bize tapmıyordunuz. "
29 - Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu.
30 - İşte orada herkes geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür, insanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir.
İşte kıyamet sahnelerinden birinde şefaatçıların ve ortakların durumu böyle dile getirilmektedir. Bu canlı bir sahnedir. Ortak koşulanların şefaatçıların, kendi kullarını Allah'ın azabından koruyamayacaklarını, onları korumaya ve kurtarmaya güç yetiremeyeceklerini soyut bir haber olarak vermekten çok daha etkilidir.
Bunların hepsi toptan Mahşer yerine gidecektir... Kâfirler de ortak koşulanlar da... Onlar, bunların Allah'ın ortakları olduklarına inanıyorlardı. Fakat Kur'an onlara, 'kendi ortakları' adını veriyor. Böylece bir taraftan bu düşünceyi küçümsüyor, bir taraftan da bu ortakları kendilerinin icat ettikleri ve onların hiçbir zaman Allah'a ortak olmadıklarına işaret ediyor.
Bunların hepsine, kâfirlere ve koştukları ortaklarına birden şu ferman çıkıyor:
"Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız."
Olduğunuz yerde durun! Onların kendi yerlerinde çakılıp kalmış olmaları gerekir! Çünkü bugün emir, uygulama içindir. Sonra onlara ve ortak koştuklarını birbirinden ayırırlar ve aralarına bir engel koyarlar.
"Sonra onları birbirlerinden ayırırız."
O zaman kâfirler konuşamazlar. Yalnız ortaklar konuşurlar. Kendilerinin, bu cinayetten ve bu kâfirlerin Allah ile beraber veya Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine tapmış olma cinayetinden habersiz olduklarını açıkça ortaya koymak için, kâfirlerin kendilerine taptıklarını bilmediklerini ve anlamadıklarını, hissetmediklerini ilan etmek için konuşurlar. Demek ki, onlar cinayete ortak değildir. Onlar bu söylediklerine yalnız Allah'ı tanık olarak gösterirler.
"O zaman bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler; "Siz bize tapmıyordunuz."
Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu. İşte kendilerine ibadet edilen ortakların halı budur!.. Onlar zayıf yaratıklardır. Kendilerine tâbi olanların günahından sıyrılmak istiyorlar. Yalnız Allah'ı şahit olarak gösteriyorlar. İştirak etmedikleri bir günahtan kurtulmayı talep ediyorlar!
İşte bu sırada, bu apaçık meydanda herkese dünyada işledikleri amellerin hepsi bildirilir. Bilgi ve deneyim sahibi bir insan gibi, bu amellerinin kendisini nereye götüreceğini herkes anlar.
"İşte orada herkes, geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür."
İşte orada herkesin kendisine dönüş yaptığı tek ve gerçek olan Allah'a karşı durumu ortaya çıkar.
"İnsanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler."
Burada müşrikler kendi iddialarından, inançlarından ve ilahlarından gerçek hiçbir şey bulamazlar. Bunların hepsi kendilerinden kaçmıştır. Artık bunların hepsi yok olmuştur.
"Ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir."
İşte bu şekilde Mahşer meydanı ile ilgili bir sahne, bütün gerçekliği, bütün realiteleri, olayları, bütün etkileri ve bütün imajları ile gözler önüne serilmiş olmaktadır. Kur'an bu sahneyi birkaç kelime ile ortaya koyuyor. Bunlar insanın gönlünde, kuru bir haber verme ve uzun boylu diyalektik deliller ile elde edilmeyen etkiler bırakıyor.
* * *
45 -Allah insanları bir araya topladığı gün, sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmışlar ve bu sureyi birbirleri ile tanışmak için harcamışlar gibidirler. Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır.
Bu, bir göz açıp kapatacak kadar kısa sürede geçen yolculukta bir de bakıyoruz ki, toparlanmış ve birden kıskıvrak yakalanmış olan insanlar dünya yolculuklarının gerçekten çok kısa olduğunu kavramışlardır. Sanki bütün dünya hayatı tanışmakla geçen birkaç saate iniyor ve hemen ardından perde kapanıyor.
Yahut da bu dünya hayatının ve bu dünya hayatına gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!
Gerçekten de bu bir teşbihtir. Fakat bu, aynı zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu yeryüzünde tanışma faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk diğer toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...
Acaba bu birbirleriyle boğuşanlar, savaşanlar, hep yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış kavgalarla çatışanlar... Evet bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması gerektiği kadar birbirlerini tanıyabilmiş midirler?
Şu birbirleri ile savaşan milletler, birbirine düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar mıdır? Bu milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için savaşırlar. Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa girişmektedirler.
Bu ayet dünya hayatının kısalığını ortaya koymak için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya hayatında insanlar arasında meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir etmektedir... Evet bundan sonra insanlar göçüp gitmektedirler!
İşte bu manzaranın ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa harcayanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip bu kısacık yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıpbiten hayata gömülenler, Allah'ın huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli olan ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin biçimde hüsrana uğrayacaklardır:
"Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır."
* * *
48 - Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek?" derler.
49 - Onlara de ki; "Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar."
50 - De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki; gündüz ya da gece başınıza geldi. .Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler ki?
51 - "Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine, 'Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz' densin diye mi?"
52 - Sonra zulmedenlere denir ki; "Sürekli azabı tadınız bakalım, sadece dünyada işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?"
53 - Sana, "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar. Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz. "
54 - Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün yeryüzünün bütün servetine sahip olsa bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi. Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan donakalırlar. Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir, kendilerine haksızlık edilmez.
Onlar sürekli olarak meydan okuyarak ve sabırsızlıkla, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine haber verdiği Allah'ın cezasının gelmesini, gerçekleşmesini istiyorlardı. Daha önceleri peygamberleri kendilerine geldikleri halde, onların mesajlarını yalanlayan milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de cezalandırmasını istiyorlardı. Cevap şuydu:
"Onlara de ki; 'Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar.'"
Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine, ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceğine göre, doğal olarak onlara da herhangi bir fayda ve zarar veremezdi. Burada peygamber kendisinden söz etmekle memur olmasına rağmen, "zarar verme" eyleminin daha önce gelmesi; onların zararın gelmesini istemelerinden kaynaklanmış olabilir. Burada, metindeki uygunluk açısından zarar önce ifade edilmiştir. A'raf suresinde yer alan bu konuya ilişkin başka bir ayette ise, 'fayda verme' daha önce yer almıştır. Çünkü peygamberin, "Şayet ben gaybı bilseydim, iyiliğimi arttırırdım ve bana kötülük dokunmazdı" dediği sırada, kendisi için "faydalı olan şeyin" önce gelmesini istemesi daha uygun düşmektedir.
"Onlara de ki; Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez."
Demek ki, yetki yalnız Allah'ın elindedir. Dilediği anda tehdidini gerçekleştirir. Allah'ın yasasında gecikme olmaz. Allah'ın belirlediği süre hiçbir şekilde öne alınamaz:
"Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınınlar."
Belirlenen bu süre bazen somut bir yokoluş ile sonuçlanabilir. Yani onlar kökten yok edilebilir. Nitekim daha önceki bazı milletler bu şekilde yok edilmişlerdir. Bu süre, manevi bir yok oluş ile de sonuçlanabilir. Hezimete uğramak ve dağılıp gitmek şeklinde bir yok oluş. Bu da, milletlerin başına gelen olağan bir gerçektir. Milletler ya bu hezimetten sonra tekrar hayata kavuşurlar, ya da sürekli bu hezimetin etkisinde kalarak çözülürler. Böylece de, kişiliklerini, kimliklerini yitirirler. Sonuçta birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler de, bir millet olarak varlıklarını yitirirler. Bütün bunlar, Allah'ın değişmeyen yasalarına göre meydana gelir. Allah'ın bu yasalarında herhangi bir tesadüfe, başıboşluğa, haksızlığa ve kayırmaya yer yoktur. Buna göre, yaşamaları için gereken şartlara riayet eden, gereken sebeplere bağlılık gösteren milletler yaşarlar. Bu şartlar ve sebeplerden ayrılanlar ve sapanlar ise; zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak ölürler. İslâm ümmetinin hayatı ise, peygamberini izlemesine bağlanmıştır. Peygamber, ümmeti diriltecek şeye çağırır. Doğal olarak peygamberin bu diriltici çağrısı, sırf inanç sistemi ile sınırlı değildir. İnanç sisteminin günlük hayatın değişik alanlarında öngördüğü eylemleri gerçekleştirmek, Allah'ın belirlediği yaşam tarzına, indirdiği yasaya, belirlediği değerlere uygun biçimde bir hayat yaşamak da, o diriltici çağrının kapsamında yer alır. Yoksa islâm ümmeti de, Allah'ın yasaları gereğince süresini tamamlayacaktır.
Daha sonra surenin akışı, onların vicdanlarına bir nebze dokunuyor. Onları, meydan okuyan ve alaya alan sorgulayıcı bir tavırdan, tehdit altında bulunan, gecenin veya gündüzün herhangi bir anında felâkete uğraması beklenen bir insanın tavrına yöneltiyor:
"De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz ya da gece başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler ki?"
Gözle görünmeyen, nerede ve ne zaman meydana geleceği bilinmeyen, insanlar geceleyin uyku halindeyken veya gündüzleyin uyanık iken gelebilecek olan ceza geldiğinde uyanık ve ayık olmanın bir fayda sağlamayacağı azap budur işte... Suçluların çarçabuk gelmesini istediği o azap nedir? Bu öyle bir azaptır ki, çarçabuk gelmesinde onlar için hiçbir şekilde hayır yoktur.
Onlar daha bu beklenmedik sorunun şokundan kurtulmadan duygularını tehlikeyi tasavvur etmeye ve beklemeye sevk eden sürprizin ardından gelen ayeti kerime, o tehlikenin bilfiil meydana geldiğini haber veriyor. Aslında bu olay, henüz meydana gelmiş değildir. Fakat böylece bu tehlikenin meydana gelişi onların duygularında canlandırılıyor... Fakat Kur'an düşüncesi, bir realiteyi onlar için tasvir ediyor, duygularını harekete geçiriyor ve onların vicdanlarına dokunuyor:
"Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine, 'Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz' densin diye mi?"
Sanki olay birden olup bitmiştir. Sanki onlar buna iman etmişlerdir. Sanki onlar şu anda gözler önünde meydana gelen bir sahnede bu susturucu gerçekle muhatap kılınmışlardır... Bu gözler önündeki manzaranın devamı ise, şudur:
"Sonra zulmedenlere denir ki; "Sürekli azabı tadınız bakalım, sadece dün yada işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?"
Böylece biz, kendimizi surenin akışı ile birlikte hesap ve azap alanı ortasında buluyoruz. Halbuki biraz önce, dünyada idik. Birkaç ayet önce, yüce Allah'ın kendi peygamberine bu acı akıbetten söz ettiğine tanık oluyorduk.
Bu kısa gezintinin sonunda müşrikler peygamberden haber soruyorlar. Gerçekten bu tehdit, gerçek midir? Artık onlar, ona karşı içten sarsılmışlardır. Bu konudaki habere kesin güvenmek istemektedirler. Çünkü kesin bir inançları yoktur. Onlara verilen cevap hem olumlu, hem kesindir, hem de yeminle pekiştirilmiştir:
"Sana "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar. Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçekti, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz."
"Rabbim hakkı için, evet."
İlahlığının değerini bildiğim ve dolayısıyla yalan yere asla kendisine yemin etmeyi göze almadığım, ancak kesin bilgiden ve ciddi bir durumdan sonra adına yemin edebildiğim Rabbımın hakkı için...
"O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz."
O'nun sizi bir araya toplamasına engel olamazsınız. O'nun sizi hesaba çekmesine ve sizi cezalandırmasına engel olamazsınız.
Biz daha bu dünyada bu insanlardan haber almaya, cevap beklemeye çalışırken, Kur'an'ın tasvir edici üslubuna bağlı olarak bir geçişten sonra kendimizi hesap ve ceza meydanında görüyoruz. Şu kadar var ki, bu konudaki açıklama, ilke olarak varsayım şeklinde veriliyor:
"Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün, yeryüzünün bütün servetine sahip olsa, bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi."
Bütün malların onların yanında olduğunu ve hepsini vermek istediklerini varsaysak bile, bunlar onlardan kabul edilmez.
Daha bu ayet tamamlanmadan varsayılan bu şey gerçekleşiyor ve iş olup bitiyor:
"Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan donakalırlar."
Ansızın gelen azabın dehşeti birden onları yakalayıvermiş ve birden karşılarına dikilmiştir. Ayetin ifadesi dudakları kıpırdatmadan yüzleri kaplayan renk uçukluğu tablosunu zihnimizde canlandırmaktadır!
"Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir, kendilerine haksızlık edilmez."